Bir kitap yazdınız. Kitapta anne-babalar neler bulacaklar?
Özellikle cinsiyet seçimi ve cinsiyet arzusunun ne kadar anlamsız olduğunu bulabilirler. Gönüllerinde kız çocuk ya da erkek çocuk yatıyor olabilir fakat her gelen ruh ya da her gelen varlık kendi bedenini seçip geliyor. Bunu onun seçimine bırakmak en büyük saygılardan birisi. “Tercihim kız ya da tercihim erkek çocuğum olması yine de bana gelen varlığın kendi seçimine saygı duyuyorum” diyebilmek önemli. Burada ne anlam yükleyip onu bekliyorsak, henüz dünyaya gelmemiş bir bebeğe bu kadar anlam yüklediğimiz için, o dünyaya geldikten sonra bizi bunlarla sınama ihtimali de artıyor. Bu yüzden onun seçimlerine saygı duymalı, ilahi sistemin de evrensel düzenin de bu işte güzel bir parmağı olduğunu hatırlamalıyız. İşin görmediğimiz, bilmediğimiz alanına da saygı duymalıyız.
Duyguyu çözünce hastalık da çözülüyor
‘Bedenin Şifa Kapıları’ adlı kitabında organlarla iletişim kurmaktan, şifanın öneminden ve herkesin aslında bir şifacı olarak doğduğundan bahseden Demirhan, şunları söylüyor: “Batı tıbbı hastalıkların fizyolojik tarafıyla, doğu tıbbı ise duygusal boyutuyla ilgileniyor. Batı tıbbı daha çok bedene, görünen tarafa ve ölçülebilir oranlara yönelik çalışmalar yapıyor. Herhangi bir hastalığın altındaki duygusal ve düşünsel sebepleri ise daha çok doğu tıbbı farkındalığı ile yorumlayıp çözebiliyoruz. Hasta olan organı tek başına iyileştirmek yetmiyor. Onun arkasındaki duygu ve düşünceleri çözdüğümüz zaman gerçek ve kalıcı bir iyileşme sağlıyoruz. Batı tıbbından destek almaya devam edeceğiz tabii. Birinin ateşi çok yükseldiğinde ateşin getireceği yan etkilerden ve sonuçlardan bağımsızlaşmak için tabii ki ateş düşürücü verebiliriz. Sezgilerimize güvenip şifa alma yöntemlerini de kullanabiliriz. Çok basit yöntemlerle de ateş düşürülebiliyor. Burada ikisini bir arada kullanabilmek önemli.”
Hikayenin orijinali neydi peki?
Aile içinde bebeğin erkek olması yönünde ciddi bir beklenti vardı. Ona daha doğmadan birçok misyon yükleniyordu. Bu konudaki baskılardan dolayı erkek olursa onu anlamsız bir yaşam mücadelesinden korumak için çok çaba sarf etmem gerekecekti. Benim kız ya da erkek olmasıyla ilgili hiçbir derdim olmadığı halde bu etkenden dolayı kız olmasını istemiştim ve erkek olduğunu öğrendiğim zaman günlerce üzülüp ağladım.
Erkek olduğu ortaya çıkınca ne oldu?
Ata Çınar beklenenden erken doğunca ve hastalığı ortaya çıkınca durum değişti. Beklentiler boşa çıkmıştı. Bebek erkek oldu ama sağlıklı değildi. Doğmadan başlayan aşırı sahiplenicilik kayboldu.
Bu yaşananlar size neler öğretti? Drama sonrasında Ata Çınar değişti mi?Başkalarının arzularının, ihtiyaçlarının farkında olmadan bizi nasıl yönlendirdiğini gördüm. Ata Çınar bundan nasibini fazlasıyla almıştı. Ben de öyle. Süreçte yine ikimiz kaldık. Buradaki farkındalık şu oldu; ben hamileyken ne hissettiysem bebeğim onların hepsini kendine mal ederek almış. Ben “Kız olsun, oğlum olunca onu korumak zorunda kalmayayım” dedim, o “Ben erkeğim demek ki annem beni istemiyor” gibi bambaşka negatif bilinçaltı kodlamaları kaydetmiş. Anne rahminde bana o kadar öfkelenmiş ki, karaciğer problemi ile doğdu. Sonradan öğrendim ki karaciğer öfkenin meridyeniymiş. Ata Çınar’ın anne karnındaki hareketlerinin ve nabız atışlarının zayıflamasından sonra doktora gittim. Ondan sonra da doğdu zaten. Belki de bambaşka bir sürece götürüyordu bu onu. Ne hissettiğim bebek için çok önemliydi. Bebek için hissettirilenler, çevrede olup bitenler, başka insanların arzuları, her şey hayatımıza damga vurdu. Sevgi de nefret de aynı şeyden yürüyor. Sevgiyi bebeğe ne kadar veriyorsak hem bebeğin kişiliğinin olgunlaşmasında hem de beden gelişiminde çok katkısı oluyor. Öfkelendiğimizde ya da “Ne gerek vardı şimdi bu bebeğe?” gibi şeyler söylediğimizde başka duygular ve durumlar oluşuyor.
Yaşadıklarınızdan yola çıkarak anne-babalara neler tavsiye edersiniz?
Bebekler anne rahminde 40’ıncı günden itibaren her şeyi duymaya ve anlamaya başladıkları için bebekle konuşmalarını tavsiye ederim. ‘Sevgili bebeğim’ diye başlayan cümleler kurmalılar. Kızım ya da oğlum demeye de gerek yok. Özellikle annenin ve babanın karna dokunarak yaptığı konuşmalar bebekte çok etkili. Bebek, anneden kordon aracılığıyla ve rahimde iç içe olmanın getirdiği halden dolayı bütün duyguları alıyor. Birçok duygu yaşıyor olabiliriz. Kurumsal hayatta çalışan insanlar var. Mobbinge uğrayanlar, iş yeri ve günlük hayat stresi yaşayanlar… Tek başına şehir hayatı, ekonomik konular bile insanı yoruyor. Bütün hamileliğini kaçıp gitme fikri ile geçiren annenin çocuğunda aidiyet problemi olması mümkün. Burada direkt bebekle konuşmak gerekiyor: “Sevgili bebeğim bu benim duygum, bu senden bağımsız bir konu. Bunu böyle düşünüp yorumlama” diye bebekle herhangi bir insanla konuşur gibi konuşmak en güzel çözüm.
Bu bilgi annelere çok fazla sorumluluk yüklüyor. Bu durum da endişe yaratmaz mı?
“Ben bunu düşündüm eyvah şimdi bebeğime ne olacak?” diye bir endişeye hiç ihtiyacımız yok. Çünkü bu stres peşine korku ekliyor ve bebek tarafından alınabilir bir korku haline geliyor. Şu an bunlarla ilgili çok fazla kitap ve yönlendirme var. Anneliğin içgüdüsel tarafını gözden kaçırmadan bu kitaplara uyumlanmakta fayda var. Ne hissediyorsak, ne yaşıyorsak bunu kendiliğimiz olarak yaşıyoruz. O bebek bizim içimizde olduğu sürece onun kendiliğine de alan ayırıp ona da zaman açmamız lazım, “Bu benim duygum, bu seni ilgilendirmiyor, bu duygudan ve düşünceden bağımsız olabilirsin” deyip bebekle karşımızda oturan bilinçli bir insan gibi konuşabiliriz. Bebek bunları süzecektir. Yine de her zaman annelik sezgisi önde olmalı.
Yazı: Mürsel Çavuş/Bebeğimle Elele
Çocukların hayatımızda önemli dönüm noktaları olduğu bir gerçek… Ama bazı ailelerde bu dönüşümler başlangıçta çok daha sarsıcı, sonrasında ise çok daha fazla insanın hayatını olumlu etkileyecek hikayelerle gerçekleşebiliyor. Ebru Demirhan’ın hikayesi de işte bunlardan biri… Bir zamanlar banka çalışanı, bugün ise kuantum koçu ve eğitmen olan Demirhan, Ata Çınar’ın annesi… Dünyaya erken gelmeye karar veren Ata Çınar’ın yaşadığı sağlık sorunları ve tedavisi süreci anne-bebek iletişiminde anneyi yepyeni bir anlayışa, kavrayışa ve hayat hikayesine sürüklüyor ve bundan nur topu gibi bir kitap doğuyor; ‘Bedenin Şifa Kapıları’. İşte anne Ebru ve Ata Çınar’ın 2003 yılında başlayan sıra dışı hikayesi…
Ata Çınar ile nasıl bir süreç yaşadınız?
Ata Çınar beklenden erken doğmasına rağmen kilo ve boy değerleri normaldi fakat hızla yükselen bir sarılık başladı. Sarılıktan sonra iki gün içinde iki kiloya düştü.
Prematüre doğan bebeklerde genellikle sarılık gibi tabloların görülmesi normal kabul ediliyor.
Doğru, haftasına göre nasıl sorunlarla karşılaşılabileceğine dair doktorların tahminleri oluyor. Akciğerde sorun beklenirken karaciğerin daha az çalıştığı ortaya çıktı. Bunun net şekilde ortaya çıkması birkaç ay sürdü. Sarılık hiç azalmadı ve bedeninde küçük küçük yaralar oluşmaya başladı; sanki düşüp çarpmış gibi yaralar… Dördüncü aydan sonra profesörlere gitmeye başladık. Onların söylediklerine göre her şeyi normaldi, destek ilaçlar kullanıyorduk ama gelişimi bir türlü normale dönmüyordu. Aşırı zayıftı, kafa genişliği normalin alt sınırındaydı. Geniz eti büyük olduğu için operasyon yapıldı. Benim için en önemli yönlendirme gene bir profesörden geldi; “Her şey normal ve tıbben bu çocuk için bir şey yapamayız, bence bu çocuk intihar ediyor. Onu seveceksin, ne kadar sevebiliyorsan o kadar seveceksin. Ancak böyle kurtarabilirsin” dedi. Bu ürkütücü bir bilgiydi. ‘Ya bir şey olursa, ya ben onu sevemezsem, yeterli sevmek ne demek?’ gibi birçok konuyu sorguladım.
Aranızda bir problem var mıydı?
Ata Çınar bir süre sakin bir çocukken sonradan öfkesi artmaya başladı. Antalya’dan İstanbul’a geldik, sadece ikimizdik. Geldikten sonraki en büyük arayışım bu durumu şifalandırmaktı. Bilmediğim bir şehirde, bilmediğim bir şeyi arıyordum. Birileri bana alternatif bir yöntem tavsiye etti. Enerjiler, bilinçaltı çözümler gibi bir sürü şey okuyordum. “Annedeki çözüm çocuğu iyileştirir. Çocukta bir sorun varsa asıl sorun annededir” gibi yönelimleri o tarz kitaplarda gördüm. Hep bende bir şey düzelecek, sonra Ata Çınar da düzelecek diye düşündüm.
Tıbben bir çözüm olmadığı söylendikten sonra süreç nasıl gelişti?
Artık Ata Çınar’ı iyileştirmekten ziyade kendimi iyileştirmeye, bendeki hatayı bulmaya çalıştım. Böyle olunca da kuantum teknikleri ile tanıştım. Bu çalışmalara başladığımda o zamanki uygulayıcıya Ata Çınar’ın sağlık sorunlarından bahsetmemiştim. “Ben değişeceğim ve Ata Çınar düzelecek” diyordum. Bireysel çalışmalardan sonra iyi hissetmeye başladım.
Aranızdaki sorun neydi?
Ata Çınar zaman zaman bana karşı öfkeliydi. “Sen bu evden gitsen” gibi cümleler kuruyordu. Kreşten almaya gittiğimde, “Gene mi annem geldi?” diyordu. Bir reddedişi ve itme ihtiyacı vardı. Çalışmalarla birlikte bunlar daha az canımı yakmaya başladı. Karaciğer tam çalışmadığı için bağışıklık sistemi çok zayıftı. Bu nedenle sürekli mikrop kapıyor ve sabaha kadar hastanelerde kalıyorduk. Sonra oğlumu kreşe bırakıp akşama kadar bankada çalışıyordum. Zor süreçlerdi. Bu süreçte daha az ağlamaya, daha az üzülmeye, daha sakin olmaya başladım. Üç ay sonra baktım ki Ata Çınar’da değişim olmuyor, danışmanımı tekrar aradım ve bu kez “Oğlumda sağlık problemi var, aslında bunun peşindeyim” dedim. O da, “Neden daha önce söylemedin, onun üzerine çalışalım” dedi. Gittiğimde bir ‘Aile Draması’ yapıldı. Sanırım bu konuda en çok teşekkür edeceğim insan Alman psikoterapist Bert Hellinger. Zira dizilim ya da dramaları insanlığa açan odur.
Drama size ne öğretti?
Daha önce böyle bir drama çalışmasına katılmayanlar için anlatmak biraz zor olabilir. Çalışmaya katılanlar beni, oğlumu, babasını ve hastalığı temsil ettiler. Dramada Ata Çınar’ın onu istemediğimi düşündüğünü öğrendim. Ben de ona bunun böyle olmadığını anlatmaya çalıştım, bunu neden düşündüğünü de anlamamıştım. Nasıl onu istemediğimi düşünmüş olabilirdi? Onun için çok şey yapmıştım. Drama ilerledikçe bana “Erkek olduğum için çok üzüldün” demeye başladı. Burada da hikayenin orijinali kendisini gösterdi.