Bir kere algılama, öğrenme ve kavrama hızı ve kalitesi yaşıtlarından genel olarak daha yüksek. Bir kavramı, konuyu öğretirken üstün özellikleri olan çocuğun hızındaki belirgin farkı görebilirsiniz. Bu çocukların ilgi alanları geniş olabilir. Birçok konuda sizin aklınıza gelmeyecek konular onların gündemindedir. Çeşitli konular ve bilgiler arasında oldukça ilginç bağlantılar kurabilirler. Genel gelişim kaliteleri de çoğu zaman yaşıtlarına göre daha iyi olabilir.
Bu özellikleri daha çok kim fark ediyor?
Çocuğun zekasıyla ilgili belirgin bir tablo varsa, sınıf öğretmeni fark edebilir. Elbette ebeveyn de. Çünkü bu çocukların öğrenme hızı yüksek, ilgi alanları geniş, sorgulama ve düşünme kaliteleri üst seviyede. Bunların, çocuğun hayatına yansımaması mümkün değil. Ama tanı koymak için profesyonel bir bakış açısına ve araçlara ihtiyaç var. Günümüzde Türkiye’de de
bu amaçla kullanılan standardize edilmiş testler bulunuyor. Ancak iş testlerle de bitmiyor. Çünkü testi uygulayan uzmanın yeterliliği, testin güncelliği, ülke normlarına uygunluğu gibi
noktalar önemli. Bunların herhangi birindeki eksiklik ya da hata sonucu da otomatik olarak etkiler ve bizleri yanıltabilir. Yanılma payı her zaman var. Dolayısıyla “Zeka testi uygulandı,
çocuğumun puanı şu çıktı. Benim çocuğum parlak zeka!” derken temkinli olunmalı.
Bu testler sonucunda çocukları üstün zekalı çıkan anne-babalar, nasıl tepki veriyor?
Genellikle şaşırma, gururlanma, telaşlanma ve heyecanlanma gibi tepkiler veriyorlar. Çocuğun zekasıyla ilgili bir sonuç elde ettiklerinde “Eyvah, biz şimdi ne yapacağız?” diye düşünmeye de başlıyorlar. Şunu belirtmek istiyorum; üstün zekalı ve özel yetenekte genetik etki de olduğundan, bu çocukların anne-babaları da benzer özelliklere sahip olabiliyor. Ayrıca günümüzde modern kültür ebeveyni olan bu anne-babaların eğitim düzeyleri de çoğu zaman iyi. Bu nedenle zihinsel performansları yüksek. Ancak, işin içine ebeveynlik hassasiyeti ve duygusallığı girince kaygıları artıyor ve bu yüksek zihinsel performans bir anda obsesif, irdeleyici, ayrıntıcı,mükemmeliyetçi bir davranış tablosu ile karşınıza çıkabiliyor. Bu tutum ve davranışlar, çoğu zaman hem çocuğun hayatını hem eğitim verilen kurumun süreçlerini hem de kendi yaşamlarını zorlaştırabiliyor. Oysa bu süreci bir kriz stratejisi ile değil, doğal bir durum olarak kabul edip çözüm stratejisi ile yönetmek gerekir.
Anne-baba, iki kardeşten biri ‘üstün’ özellikteyse nasıl davranmalı?
Burada temel nokta şu; birinin gözünün rengi başka, diğerinin gözünün rengi başka. Biri başka bir şeyden hoşlanıyor, diğeri başka. Yani zeka ya da yeteneklerin farklı olması da diğer özelliklerin farklı olması gibi son derece doğal bir şey. Bu nedenle, çocuklara üstünlükle ilgili doğrudan ya da dolaylı mesajlar verip zihinsel doğallıklarını bozmamak gerekiyor. Burada da anne-babanın ebeveynlik felsefesi ve yaklaşımı gündeme geliyor. Eğer kardeşlerden üstün zeka ya da yeteneğe sahip olana kendini farklı hissettirirseniz çeşitli sorunlarla karşı karşıya kalınması olasılığını artırırsınız. Üstün zeka ya da yeteneğe sahip çocuğun benlik algısında sorunlar olabilir, diğer kardeşi üzerinde baskı kurabilir, kardeşini sıklıkla eleştirebilir ve kardeşin performansını düşürerek benlik algısında olumsuz duygular gelişmesine neden olabilir. Aslında aile ortamlarında üstünlük gibi bir kavramın gündeme getirilmesine hiç gerek yok.
Bu çocukların eğitiminde nelere dikkat edilmeli?
Onların öğrenme hızlarını ve kalitelerini karşılayacak eğitim vermek son derece önemli. Çoğu zaman üstün zihinsel performansa sahip çocukların öğrenme istekleri ve kaliteleri, sonraki yıllarda çabuk sıkılabileceği, sınıf ortamını bozabileceği, arkadaşları arasında fark yaratarak sorun çıkarabileceği gibi değerlendirmelerle frenleniyor. Bir çocuğun önünü, “Şimdi okumayı öğrenirse, okula başlayınca sıkılır” deyip hiç de gerçekçi olmayan bir nedenle kestiğinizde, eğitimin doğasına aykırı bir duruş sergilemiş olursunuz. Eğitime düşen sorumluluk, çocuğun bireysel gelişim hızını engellemek değil, aksine gelişim hızı neyse onun önünü açmaktır aslına bakarsanız. Üstünlere yönelik eğitim yapan okullarda, yatay ve dikey açıdan zenginleştirilmiş ve ileriye taşınmış bir program olmalı. Yani bu çocukların daha karmaşık problemleri daha kolay çözebildiklerini, dinozorlardan uzaya kadar geniş bir yelpazede ilgi alanlarının olduğunu düşündüğümüzde, müfredatın, bunu karşılayabilecek ve çocuğun gidebileceği yer neresiyse oraya kadar gitmesini destekleyecek bir derinlikte ve genişlikte olması gerekiyor.
Okul seçiminde önemli olan ne?
Ebeveynlerin bu konuda elbette belirli bir bilinçle hareket etmeleri gerekiyor. Anaokuluna yazdırmaya geldiğiniz çocuğunuz için “Bu okulun SBS başarısı nedir?” diye sorarsanız, bu doğru bir yaklaşım olmaz. Bir ülkede sekiz sene sonrasında neler olacağını kim bilebilir! Temel olarak, okul seçerken, okulun müfredatının, eğitim kadrosunun ve rehberlik uygulamalarının, bu çocukların ihtiyacını karşılayacak zenginlik ve derinlikte olup olmadığının bilinmesi gerekiyor.
Çocuk bir hamur ise eğer, onu şekillendiren öğretmenin özellikleri ne olmalı?
Hamur kısmından başlayayım. Eğitimi ve öğretmenin görevini hamur şekillendirmek olarak görmüyorum. Ben ‘bireyin içindeki potansiyeli açığa çıkarıp yetiştirme süreci’ şeklindeki eğitim tanımını daha çok seviyorum. Öğretmenin özelliklerine gelirsek, Türkiye’de öğretmenlerin üstün zekalı çocukların özellikleri ve eğitimleri ile ilgili birikimlerinin yeterli olduğunu
söylemek zor. Şüphesiz ki öğretmenler, bireysel farklılıkların önemini ve sınıf içi zenginleştirmeler yapmaları gerektiğini bilir. Ancak, bunu iyi yapabilen öğretmenler var, yapamayan da. Yine de bu konuda öğretmen yeterlilikleri sorunumuz olduğunu söylemek mümkün. Günümüzde, öğretmenlerin ‘teknisyen öğretmen’ değil, ‘filozof öğretmen’ olması gerekiyor.
Filozof öğretmen nasıl oluyor peki?
Teknisyen öğretmen bir işi, mekanik olarak minimum düzeyde ne kadar yapılması gerekirse o kadar yapar. Filozof öğretmenler ise yaptığı işe değer, düşünsel derinlik ve zenginlik katar. Üstün yeteneklilere öğretmenlik yapacak kişinin kendisinin de düşünen, sorgulayan, irdeleyen bir entelektüel olması gerekiyor. Sanatsal yatkınlığı, geniş bir ilgi alanı olmalı. Genel kültür düzeyinin de yüksek olması şart. En önemlisi de üstün özellikleri olan çocukları sevmeli, onların yarattığı sinerjiden, hatta problemden bile hoşlanmalı.Yazı: Halime Sürek Kahveci/Bebeğimle Elele
Zeka, çok pırıltılı bir kavram… Zeka gelişimine katkıda bulunan vitamin ve mineral desteklerine avuçla para döküyor, oyuncak seçimi yaparken eğlenceli olmasından çok eğitici olmasına dikkat ediyoruz. Sık sık karşımıza çıkan billboard’larda özel eğitim kurumlarının neredeyse her biri ‘üstün zekalı’ çocuklara yönelik çalışmalarını anlatıyor. Aslında durum giderek ‘zeka fetişizmi’ne doğru kayıyor. Konuyu, Marmara Üniversitesi Atatürk Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Öğretim Üyesi Yard. Doç. Dr. Oktay Aydın ile konuşalım istedik. Zeka ve zekanın geliştirilmesi, üstün zekalı çocukların eğitimi konularıyla yakından ilgilenen ve akademik çalışmalarını bu yönde yapan Oktay Aydın, “Üstün zekalı ve özel yetenekli çocuklar toplumun lokomotifi, itici gücü olabilir. Ancak, üstün zekalı ya da özel yetenekli çocukların eğitiminde derdimiz, global elitler yaratmak olamaz” diyor.
Son dönemlerde üstün zekalı ya da özel yetenekli çocukların eğitimi konusu çok sık gündeme geliyor. Bunu neye bağlıyorsunuz?
Zeka ve yetenek kavramları büyülü kavramlar. Toplum algısında bu kavramlara yönelik her şey ilgi çekebiliyor. Son yıllarda hem bilimsel gelişmeler hem toplumsal farkındalık hem de devletin konuya ilgisi gerçekten de artmış görünüyor. Bunun genel anlamda eğitim kurumları ve ebeveynlerle ilgili yanları da var. Zeka kelimesini kullandığınız zaman karşınıza bir ‘pasta’ çıkıyor. Doğal olarak bu da ilgi çekiyor ve bu pastadan pay almak için eğitim sektöründe bir pazarlama kültürü oluşuyor. Ebeveynler açısından da, çocuklarının zekasıyla ilgili bir yorumu çok abartılı hale getirme durumu var. Çocuklarının zekası ile ilgili olumlu saptamalar onların egolarına iyi geliyor. Böyle olunca da çocuklarının eğitimi ile ilgili arayışlar kaçınılmaz oluyor. Oluşan bu arz-talep ilişkisi yeni bir ekonomik değer yaratmış görünüyor. Ancak, burada dikkat çekmek istediğim önemli bir nokta var: Eğitimde bireysel farklılıklar çok önemli bir konu olmakla birlikte, aşırı derecede vurgulanıyor. Elbette bireysel farklılıkları asla reddedemeyiz ama toplumsal hayat açısından ortak değerleri ve ortak kavramları da göz ardı etmememiz lazım. Bireysel farklılıkları dikkate alan anlayış, çocuğu süreç içerisinde aşırı derecede bireyciliğe ve bencilliğe taşımamalı. Öte yandan toplumsal ortak payda vurgusu da, çocukların tek tipleştirmemeli ve kişiliklerini oluşturamamalarına neden olmamalı. Sonuçta bu bir denge meselesi.
Bu çocuklara yönelik eğitim veren kurumların sayısında da ciddi bir artış görülüyor…
Özel eğitim kurumlarının birçoğu eğitime ciddi değer katıyor ama bir kısmının eğitim adına ne kadar doğru işler yaptığı da tartışılır diye düşünüyorum. Şöyle anlatmaya çalışayım: Eğitimi sadece ve büyük ölçüde ticaret algısı ile yapan bir kurum, sürekli olarak ‘fark yaratmalıyım’ diye düşünür. Oysa fark yaratma söylemi, eğitim değil bir ‘pazarlama’ söylemi. Çünkü pedagojide aslolan, fark yaratmak değil, pedagojik olarak doğruları yapmak. Fark yaratmayı merkeze alırsanız, yeni ‘müşteriler’ için ‘üstünler’ konusu, müthiş ışıklı bir hale geliyor. Ancak, üstün zekalı ya da özel yetenekli çocukların eğitiminde derdimiz, global elitler yaratmak olmamalı. Çünkü zeka ve yeteneğin sadece elitleştirilmiş üstünler sınıfına ait özellikler olduğunu düşünmek son derece yanlış. Toplumda her bireyde açığa çıkarılması ve geliştirilmesi gereken bir zeka ve yetenek cevheri var. Bir başka ifadeyle, her insanın zeka ve yetenek potansiyeli bir değer diyerek bakmak lazım. Eğer bu genel perspektif oturtulmazsa, bu bütünün içinden bir parça alınıp yıldızlaştırılırsa kaş yapayım derken göz çıkarmış olabiliriz. Üstün yetenekli çocuklara olan ilgime karşın bunun altını çizmek istiyorum.